10 Kasım 2010 Çarşamba | By: Acemi bi bilogcu...

Küçük Şeyler...

      Başlığa bakınca, aklından müstehcen şeyler geçiyorsa, gülerim haline eyy okur ! Yüzündeki muzip gülümsemeyi sil hemen ve devam et okumaya. ( Burada yazar ; kendini bi halt sanmaktadır. )

      Mutlak mutluluk da, mutlak mutsuzluk da yoktur ya hani...Hayat anlardan ve anları oluşturan ayrıntılardan ibarettir... Küçücük şeyler vardır bizi mutlu eden, mutsuzluk yaşatan...( Burada yazar ; kendini ermiş hissetmektedir. )

     Örneklere geçelim mi? Ziira sadet( Sadet'i tanımam) bizi bekler...Gelelim bakalım :

     Mandalinayı soyup, bir dilimini ayırıp,atarım ağzıma... İçkıvrımının tam ortasından bir diş darbesi... Bütün c vitamininin ağıziçi boşluğuma fışkırdığı an...
    Teneke kutulu içeceklerin ( ki benim tercihim bira olur genellikle ) açma halkasını çektiğimde çıkan o ses...Hayata bi skeee! çektiğimiz an...
    Hapşırık sonrası avucuma yapışan larva benzeri balgam parçacığını bir fiskeyle elimden ayırdığım an...Nereye gittiğinin önemi yok...
    Bütün gün dilime dolanmış bir şarkıya, müzik kanallarından birini açar açmaz rastladığım an...
      Sigaramın külünün biriktiğini farkedip, tam da dalını terkettiğini anladığımda avcuma hapsettiğim an...
      Google Abiye sorgulattığım bi meseleye, ilk ''tık'' ta yanıt bulduğum an...
      İş dönüşü kapıyı açar açmaz kenefe girip, idrar kesemin çeperine akılalmaz bi basınç uygulayan idrarı ait olduğu yere gönderdiğim an...( Ohhh dünya varmış hesabı ...Burada yazar ; rahatlamış olmanın altını çizmektedir... )
     Cep telden saate baktığımda, saat ve dakikanın aynı olduğu ana tanık olduğum an... Misal : 17:17 ( O da beni düşünüyor...Burada yazar ; romantizme gönderme yapmaktadır... )
     Msn de sevgiliyle yazışılmaktadır...Derken web-cam ler açılmak istenir...Bağlanılıyordur...Beklerim...Vee...O bağlantı anı...Sevgilimi karşımda gördüğüm an...( Burada yazar ; hala romantizimden çıkamadığını ve sevgilisini çok özlediğini belirtmek ister gibidir... )
     Diş fırçaladıktan sonra aldığım ilk nefesin ferahlığını hissettiğim an...( Burada yazar ; hijyene verdiği önemi sergilemektedir...)
     Bir dosyanın, bir yazının tamamlanma aşamasında, son cümleden sonra noktanın koyulduğu an... ( Daha o ana çok var lan ! Burada yazarın içsesi ; yazmaya devam etmesi gerektiğini hatırlatmaktadır... )
     Bulaşıkların yıkanıp, ocağın temizlenip, tezgahın silinip, bezin durulanıp, sıkılıp, armatürün başına yerleştirildiği an...( Burada yazar, yine mutfağını bok götürdüğünü ima etmektedir... )
     Bi belgesel, bi bilgisel,  bi yarışmasal bişii izlediğimde
'' Aaa ben bunu biliyorum.'' dediğim an...( Burada yazar engin bilgi birikimine ya da kendi deyimiyle gereksiz bilgiler çöplüğüne güvenini tazelemektedir. )
     Bi belediye, bi halk otobüsüne binişte akıllı biletimde geçerli ''bas - geç''olduğundan emin olamadığım halde, madara olmak pahasına kartı manyetik okuyucuyla öpüştürdüğümde onay dııtını duyduğum an...( Burada yazar ; teşhis sanatı yapmaktadır... Edebi sanatlar konusunda fena sayılmaz kendisi...)







    Yeterince mutlu olduk sanırım...Ama hayat salt mutluluktan ibaret değil. Öyle anlar var ki ; küçücük de olsa insanı mutsuz olmaya itebiliyor... ( Burada yazar ; yine çokbilmiş bi edaya bürünmüştür ve mutsuz olduğu anlara geçiş yapmak istemektedir...Ziira sadet  - ki hala tanımam kendisini -   hala bizi beklemektedir... )

       Sigara paketini açış bandından açarım ama o lanet şerit elime yapışıp, bi türlü bırakmaz...Öfkeden kudurduğum an...

       Açma şeritleriyle başım belada...Bir güzel silindirik bisküvi almışım...Tutkunuyum..Bir an önce o lezzetle buluşmak istiyorum ama paket, açılmamak üzere imal edilmiş sanki...Anahtarla, diş darbesiyle bi şekilde açmışım...Paketin sonunda rastladığım kırmızı şeriti gördüğüm an...( Burada yazar ; mal olduğunu değil, sabırsız olduğunu belirtmektedir...Paketi ters tutmuş olabilir... )
      Çok sıkışmışım...Küçük abdest yapmışım...Sallamışım, sıkmışım...Tam donumu çekerken bir damla dahanın aktığı an...( Burada yazar ; erkek okurların ortak derdini şu veciz sözle özetlemek istemektedir ; Ne kadar sallarsan salla, dona düşer son damla... )
      Hani ilk bölümde hapşırmıştım da elimde larva benzeri bi balgam parçacığı kalmıştı.Bi fiske darbesiyle gönderdiğimi söylemiştim.Gönderemediğim an...( Burada yazar okurun hafızasını test etmektedir... )
     Kapısı yekpare cam olan bi dükkanın yine aynı kapısını ardına kadar açık zannedip, tosladığım an...( Burada yazara gülebilirsiniz... )
     Severek takip ettiğim bi programın son reklam arasında sigara molası vermişken sigara içiş süresiyle reklam süresini örtüştüremeyip, döndüğümde programın ''role-caption'' una rastaladığım an...
     Sigara demişken, sigarayı dudağımla buluşturup, ilk nefes sonrası sigaranın izmaritini oluşturan o sarı ve benekli, süngersi dokunun dudağımdan ayrılmak isteyip, zorla ayırdığımda dudak epitelimden bi örnek kopardığı an...O ne acıdır o....( Burada yazar ; sağlam bi içici olduğunu aşikar etmiştir... )
     Yorgun geçen bi haftanın sonrası, öğlene kadar deliksiz uyuma fikriyle girdiğim yatağımdan bi cumartesi sabahı yine işe kalkış saatinde uyandığım an...( Burada yazar ; biyolojik saatiyle sorunlu olduğunu anlatmaktadır. )
    Bir dosyanın, bir yazının tamamlanma aşamasında, son cümleden sonra noktanın koyulduğu andan bi önceki an, sistemin çöktüğü, bağlantının kesildiği an...Silbaştan yeniden dediğim an....( Burada yazar ; sadece küfreder ki okumak istemezsin... )
     Acilen birini aramam gerektiğinde, karşıdan gelen '' Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor.'' la başlayan cümleyi duyduğum an...      ( Burada yazar sevgiliye ulaşamamanın kendisinde yarattığı sıkıntıdan dem vurmaktadır... )
    Bir yazıya başlayıp, sonunu bi türlü bağlayamacağımı düşündüğüm an...( Burada yazar ; yazıyı artık sonlandırmak istemektedir ama doğru an olup olmadığını bilememektedir... )
   

     Hayat anlardan ibarettir... Küçük şeyler vardır, büyük şeyleri oluşturan...Hayat, küçük şeylerden yansıyan büyük bir ayrıntıdır...Hayat bu küçük şeylerle anlamlıdır...Yok sayar, görmezden gelirsek neler kaçırdığımızın da, nasıl yaşadığımızın da farkına varamayız...( Burada yazar ; giderayak kendini haklı çıkarmaya çalışmaktadır...Yersen... ) 



   
     
    

     
     
                  ÜSTÜN DÖKMEN ' E         SAYGIYLA  ...
     
    
    
   
   
  
  
   
   
   

   
   
     
4 Kasım 2010 Perşembe | By: Acemi bi bilogcu...

...tematik

(0 x 9) + 8 = 8 
(9 x 9) + 7 = 88
(98 x 9) + 6 = 888
(987 x 9) + 5 = 8888
(9876 x 9) + 4 = 88888
(98765 x 9) + 3 = 888888
(987654 x 9) + 2 = 8888888
(9876543 x 9) + 1 = 88888888
(98765432 x 9) + 0 = 888888888
(987654321 x 9)  -  1  = 8888888888


        Yukarıdaki piramit hayatımın hiç bi döneminde ilgimi çekmemiş olup, ilgisini çeken varsa keyfini çıkarsın için yazılmıştır. İlle de bir piramit inceleyeceksem; Kefren, Keops olur...Ama asla yukarıdaki olmaz kardeşim...

      Sayılarla hiç bi zaman aram iyi olmadı. İçinde problem olan hiç bişeyi sevemedim ben...
    
    Mol: 6,02.1023 taneciğe 1 mol denir. Molla mı olcam napıcam? Ne işim olur lan benim mol ile, molla ile?
Bu sayıya Avogadro sayısı da denir. Banane! Avakado olsa anlarım. ( onu da sevmem gerçi...) Kimya, öğrencilik kimyamı bozmuştur, o yüzden benden uzak, Antoine Laurent Lavoisier'e yakın olsun. O sarmadı mı bütün bunları öğrenci kimliğinin başına?


   Fizik desen aynı bok...Suya göre hızı 2 Av olan bir uçak gemisiyle bir yunus aynı yönde gidiyor. Geminin pistinde hareket eden bir motosikletli yunusu durur gibi görüyor. Yunusun suya göre hızı Av olduğuna göre, motosikletlinin gemiye göre hızı nedir? Parantez açalım zira vakti geldi...( Şimdi uçak gemisinde motosikletlinin ne işi var? Hadi pilot olduğumu varsayayım, yunusu gördüğüm vakit ; '' Anaa yunusa bak durmuş bana bakıyo...'' filan derdim.Ben manyak mıyım ki kendi hızımın gemiye göre ne olduğunu hesaplıyayım? Ya da tüm bu olanları dışarıdan bi takadan izliyorum, kafayı mı yedim lan ben? Kimin hızı kime göre ne? Bunun yapan balıkçılarımız  varsa da şiddetle kınıyorum kendilerini bileleler ve de göreler...)


     Yani hayatımız boyunca işimize yaramayacak bi sürü gereksiz şeyi kastırmalarını anlamıyorum. Sırf bu yüzden sene kaybım oldu lan benim biliyo musun?


     Matematik... Ahh başımın belası...Çemberden geçen simetri doğrusu sonsuzdur mesela...Yani çember üzerinden sonsuz simetri doğrusu geçer...Tevekkeli ibne kardeşlerimize tekerlek benzetmesi yapılmıyor...Üzerinden geçenin haddi hesabı yok manasına...Bildiğin çember işte...


    Ya o çok bilinmeyenli denklemler?... Belli ki kendini ifşa etmek istemiyor...Esrarengiz olmayı, bilinip tanınmamayı tercih etmiş madem saygı duymak lazım. Nedir bu bilinmeyene ulaşma merakı... x ' e,  y' e olan düşmanlığın sebebi ne? Niye herkeste onları yalnız bırakma telaşı?


     Dört işlemi bil yeter kardeşim. Hayatın boyunca sana lazım olan budur. Kurcalama işte fazlasını. Hayır, üçgenin mahremiyetine girip, iç açılarının toplamını bilmenin sana ne faydası var? Komşu olmayan kenarlar niye birleşiyor köşegen vasıtasıyla? Komşu değilsen değilsindir...Nedir yani bu yakınlaşma çabası? Bu bizim yıllardır içine girmek istediğimiz ve bi türlü giremediğimiz, girmesek daha iyi olur dediğimiz AB gibi bişii mi?


      Sinüs, Kosinüs... Yıllardır sinüzitten muzdarip ben, hep hastalığımı hatırlarım bu kavramları duyunca... Ağrım tutar hiç yokken... Babilliler ve Mısırlılar döneminden günümüze kadar gelmiş, bence gereksiz ayrıntılar...Trigonometri benim hafızamda bi hakaret terimi... '' Trigometrik Suratlı '' bi de bunların akrabaları var ki ; evlere şenlik : Tanjant- kotanjat...Sekant-Kosekant...Ko gitsin yaw...


     Karşı kenarın, komşu kenarla olan gayri ahlaki münasebeti de tansiyon yükseltir hani. Hipotenüs... Hipertansiyon gibi bişii mi lan bu? Sırf, Pisagor hocasına kıyak çeksin diye icad olunmuş bi kavram abicim...Yoksa bana ne karşı dikkenarın komşu dikkenara diklenmesinden...


     Sonra sıfır...Bildiğin sıfır ; ahan da rakamlan : 0 ( Kendisinde kişilik problemi olduğu kanısındayım. Zira alfabemizin saygıdeğer onsekizinci _ özellikle yazıyla yazdım. Rakkam sevmiyorum çok._ harfiyle karıştırılır sıklıkla...)Kendi başına koca bir hiçtir...Bir sayının yanında durursa ancak o zaman kıymete biner... O da sağında olursa...Sağcı ve kişiliksizdir anlayacağın. Sıfırsın olum sen! Tekerlek gibisin işte...Üzerinden sonsuz simetri doğrusu da geçmiştir senin...Sağda olursan bişeysin belki ama solda sıfırsın işte...Yüzünü güldürdüklerin azınlıkta insanlar...Banka hesaplarında, çek defterlerinde bulunduğun vakitler... Senden bolca olduğu vakit iyisin hoşsun. Gerisi tırt...Benim gözümde sıfırsın ama...


     Bütçeyi şööle bi kontrol ettim... Hesap açık verdi... Öteden beri ( öte nin bi anlamı yok, lafın gelişi yorma beynini daha fazla...) zaten aram değil rakamlarla, bu açıktan sonra daha bi tilt oldum...Okuduğun bu yazı böyle vücuda geldi...Sevmiyorum rakamları ve rakamlardan ibaret bu..tematiği!...O kadar...

    

   
3 Kasım 2010 Çarşamba | By: Acemi bi bilogcu...

Aktar ! Derdime bir çare...

    İnsanoğluğuz...Garip bi türüz... Şimdi hayvanların sadece yaşamak için öldürdüklerini düşününce yeryüzünde bizim kadar da, etrafına dehşet saçan başka bir yaratık yok sanırsam...Ama ölmemek için ya da ölümü ertelemek adına yaptıklarımıza bakılınca yaşamı bu kadar çok seven bir varlığın, yaşam hakkına saygı duymaması paradoks değil de nedir sevgili bilogum. ( Ne dedim ben? )

    Muhteşem bi bedene sahibiz. İlginç bi işleyiş. Vücudumuz kendisine ters düşen, aykırı bulduğu her türlü dış etkiyi elimine etmek üzere programlanmış bi kere. Kendini garanti altına alan, virüse bakteriye kafa tutan, zararlı toksik maddelere karşı defans geliştiren bünyelere sahibiz. Bağışıklık sistemimiz tıkır tıkır işlemekte. Sistemin hücreleri güvenlik görevlisi gibi çalışmaktalar. Görevlerini ihmal ettiklerinde ise içeri sızan art niyetli bi antijenin terörüne maruz kalmaktayız. Hastalanmaktayız...

    Teknoloji ilerliyor ilerlemesine ama insanoğlu insanda da bi ''doğaya dönüş'' hakim...Her türlü marazi duruma doğada şifa arar olduk. Her kanalda bi Herbaliste rastlamak mümkün...Başa, kıça, göte göbeğe iyi gelecek ne varsa sayıyorlar. Aklımda kalan bişii var mı (bakıyorum) yok. Sapı, çöpü, kabuğu, suyu, tozu, yağı...Her derde deva nebatadın ucu bucağı yok...O yüzden aklımda Barış abinin şarkısında söylediğinden fazlasını tutamadım. O da sadece soğuk algınlığına iyi geliyor : 
'' Nane, limon kabuğu bi güzel kaynasın ama içine hatmi çiçeği,biraz çöreotu katasın aman hatta biraz tarçın, bi tutam zencefil...''
gibi bişeydi.Bunları da şarkıyı söyleyerek hatırlayabildim...Sevgilim iyi bilir ama. Ne vakit bi kendimi beğenmesem, hemen reçeteyi verir. '' Yarın aktara uğruyosun, biraz hatmi, biraz meyankökü, havlıcan, hibiskus, karabaşotu,...alıyosun.'' İsimlere her defasında gülüyorum ben. Hikmetinden sual olunmasa da komik işte. Havlıcan ne la?

     Bırak fiziksel rahatsızlıklara iyi gelmeyi, karakteristik, psikolojik rahatsızlıkların semptomatik tedavileri için de bire bir. ( Şimdi destekleyici bir alıntı aktar(mak) lazım.) :

    Çekingenlik: Kuru baklagiller ve fosfor açısından zengin besinler önerilir. Bulgur, mercimek ve balık türü yiyecekler de yenmeli. ( Kuru baklagiller ve mercimek aynı zamanda bünyede gaz yapıyo ya, çekingen karakterli insanlar, milletin yanında osurdukça özgüven mi tazleyecekler acaba?. Bir sunum yapacaksınız, çok gerginsiniz ama akşamdan yüklenmişiniz mercimeğe, nohuta, fasülyeye...Ertesi gün bomba(?) gibi gittiniz ofise. Başlamadan önce bi zortt...Ohhh! Sunuma hazırsınız.) Parantez içleri herzaman olduğu gibi sadece beni bağlar sevgili izlekler. Bu da başka bir örnek :

    Yalnızlık: Domates, biber, patlıcan, patates yalnızlık duygusunu hafifletiyor. ( Yine Barış abiyi hatırladım. Yalnızlık duygusundan kurtulup tam sevgili yapacakken sokakta yankılanan o sesle bi türlü ilan-ı aşk edemeyen gencin trajik öyküsünü anlatıyordu şarkısında. Bu tezle çelişircesine...Şimdi ben de aynı duyguyu yaşıyorum. '' Çok yalnızım be domates kardeş .Vaktin varsa biraz laflayalım.'' Gidip sebzeliğe bakıcam birazdan. Domates ve biber biladerlerimle konuşur, dertleşiriz...Patlıcan fazla geveze bu saatte çekemicem kensini.)

    Onu bunu bilmem...Buralarda bulunmadığını biliyorum ama. Yalnızlığa iyi gelecek bir zerzevat varsa ahan da aşağıdadır kendisi...

     Tanıştırayım : Coco De Mer. kısaca Deniz Cevizleri de diyebilirsiniz. Uzaklardan çoook uzaklardan Şeysellerden gelmiştir. (Şeysel de komşumuz sanki. ''Dün gece Şeyseller bize geldi.'' der gibi.) Her biri 23 kilo devasa bişii. Sarıl, okşa dilediğince. Ne biliim işte takıl kafana göre... Eğer Havva, Adem’e masum bir elma yerine bunlardan birini göstermişse işte o vakit  ilk erkek, ilk kadının hangi mahallinin kendisi için ilginç olabileceği konusunda hiç kuşku duymamıştır...Erotizme baksanıza yahu. Muhtemel, ülkemize girişi yasaklanmıştır. Bunların meyve olup bu hale gelebilmelerinin de kendileri kadar erotik bi hikayesi var. Dur onu da aktar(ayım) :

     Erkek ağaçların bir metreye yakın bi boyda penisi andıran çiçekleri varmış. Dişi ağaçlarınsa meyveleri. Dişi ve erkek ağaçlar birbirlerine çok yakın dururlarmış. Adanın yerlilerinden aktarılan söylenceye göre geceleri bu ağaçlardan sevişme sesleri duyulurmuş...(Meyveye bakınca da ;  '' Olur mu olur...'' diyorum valla ne diiim...)
   
    Bilimsel bi girizgahla başladığım yazının suyunu çıkardım...( farkındayım. ) Şimdi içip yatıcam...Rahat uyutur diye biliyorum. Yalnızlığıma da iyi geldi ayrıca bu Herbalist Aktarımlar...Özellikle Coco de Mer.

   Dibe gelmişken bi dipnot : Resimde gördüğünüz meyvenin yaş hali. Bir de kurusunu görün isterim... Yaş mı da kuru mu?...Ben kaçar... 
2 Kasım 2010 Salı | By: Acemi bi bilogcu...

Öyle bi geçer zaman ki...

       Bir vakitler gülüp alay ettiğim, yerden yere vurduğum eski yapım yerli filmlerin kopyalarıyla geçiriyorum akşamlarımı. İçinde donup kaldığımı gerçeklik canımı acıtıyor çünkü. Çünkü kaybettiğimiz masumiyeti özlüyorum. Tutkulu aşkları, güzel komşuları, komşulukları, hayata karşı onurlu duruşları...Şimdi 60'lar, 70'ler konulu filmlerde takılıp kalmam da, yüzümde hüzünlü bi ifadeyle ekrana kilitleniyor olmam da sırf bu yüzden...İçinden eski geçen herşey beni kendine çekiyor... 

       Elvan gazozları, arap kızlı Mabel sakızları devrin sefasını sürerken biz telli arbalarımızı yarıştırırdık...Enine çizgili tişörtlerimizin altında yarası kabuk bağlamış dizlerimizi gururla gösterebildiğimiz kısa pantolonlarımız vardı.  Uzay1999'un kapı tutmacına benzeyen silahına sahip olabilmek için eski bavulların kulplarını söker, Doktor Kimbılın peşinden koştururduk. Heidi Klara'ya yürümeyi öğretemese de biz Klara'ya inat elimsende oynar, komşu bahçelerden erik aşırır, akşam ebesi olmamak için son sürat evlere dağılırdık...Telesafiri bol şenlikli evimizde mutlu mutlu yaşardık...

    Ablam ve abimin devam ettiği okula neden gitmediğimi bi türlü anlamadığım o afacan Sezercik yıllarımda, eve çok yakın okulun yükseeek duvarı dibinde saatlerce oturduğumu hatırlarım. Hiç unutmuyorum bi gün okulda yangın çıktığı için eve gelen bizimkilere bakıp,  ''Ohh ya artık siz de gitmeyeceksiniz.'' deyip sevinmiştim...Minik Osman gözüyle gördüğüm o sokak kocaman, avluları çevreleyen duvarlar çok yüksek, yollar çok uzun gelirdi. Yıllar sonra, çocukluğumun geçtiği o sokağa kocaman bi herif olarak gittiğimde gördüm ki, duvarlar alçalmış, sokak daralmış, yollar kısalmıştı. Onlar çekmemişti...Büyümek kimbilir kaçıncı kez canımı acıtmıştı...

    Tohuma kaçmış kabakları, jilet marifetiyle ameliyat eder, çöpte bulduğumuz fare cesetleriyle kızları korkutur, ekmek içine benzer sünger parçalarıyla nur yüzlü amcalara şakalar yapar, yukarı mahallenin çocuklarını taşa tutar, sakızlardan çıkan artiz resimleriyle kumar oynar, komşu bahçelerden meyve çalar, elimize geçen harçlıklarla çatapat alır, canını yaktığımız bi yukarı mahalle çocuğunun isyanının hedefi olur, alnının çatına okkalı bi taş darbesi alabilecek gözükara çocukluğumuzun tadını çıkarırdık...( o yara izi hala yerindedir.) Steril bi çocukluğu olmayan şanslı insanlardanım...

     Şimdi bir filmin dekorunda, arap bacı ve sevgilisinin birbirlerine bakan yüzlerinde, dudak mesafesinde asılı kalmış çocukluğum ;  ulan seni çok özlüyorum?

    Veresiye satan adamın bahtsız haline bürünmeden iyice, yazıyı noktalamak istiyorum...

   
1 Kasım 2010 Pazartesi | By: Acemi bi bilogcu...

Tipitip

    Ben klavyeye, monitör bana bön bön bakmakta, bakışmaktayız. Bu satırlar yazılıncayadek bi müddet kesiştik. Bu cümleden sonra tekrar deneyeceğiz. Çok hoşumuza gitti...

   İşten eve dönmüşüm...Dün de ihmal ettim bilogumu. ''Daha başından sukoyverirsek olmaz olum.'' dedim kendim kendime...kendim kendime şunu da ekledim.( gizli özneyi de açık ettik görüyo musun. Çok ''ben''cil cümleler oldu.)

 '' Anlıyorum yazılası çok şey var ama nereden başlayacağını bilmiyosun. Abi senin vaktinin çoğu nerede geçiyo? İşyerinde. Komedi Dükkanı gibi bi yerde çalışıyosun. Yazsana oradaki tiplemeleri...'' Kendim kendime doğru bişey diyodu. Yazılmalıydılar...Yazılıyolar. Bana değil size yazılıyolar. Yani sizin için...

      Özel hayata pek bi saygımdan mütevellit isim kullanmayacağım. İşyerindeki insanları Tipitip sistemine göre sıralayacağım. Giriş için izahatı bol cümleler seçtik. Buyrun sizi gelişme bölümüne alayım...

   Tip 1 : İlk duyduğumda '' Allah'ım bu karıyı kim seslendiriyor? demiştim.Sıtma görmemiş, kulak zarının masumiyetine halel getirecek tarzda tiz bi sesi var. O konuşmaya başlayınca ortamı terketmeyi yeğlerim. Yaşı 30'larında, etine dolgun, çirkince bir hanım kendisi...Hanımefendi demedim dikkat ettiyseniz. Efendilikten uzak biri. Sadece hanım. O da sahip olduğu dişilik organıyla ilgili. Ben görmedim.Görenlerin yalancısıyım.İşiyle alakalı vasıflardan uzak ama her defasında birilerine yaptırıp, dört ayak üstüne düşmeyi seven sinir bozucu bi bayan. 10 dakika dinlersen bayan olduğu daha bi netlik kazanır.Bayılmamak için kaçmak lazım.Bir de adını söylesem koparsınız. Bu hantal,  yüzügözü etbeni dolu, çirkin kadının o kabaca görüntüsüyle taban tabana zıt bir adı var. Tip1'imiz adıyla namüsemma...

   Tip2 : Gerçek hayattan bi Burhan Altintop uyarlaması. Ben de zenginim, benim de param var diye ortalarda dolaşır kendisi. Bu haftasonu Kayseri'ye kayak yapmaya gitmiş. Ancak sezonu açacak miktarda kar olmadığından kayak yapamadan geri dönmüş. Üst baş dökülüyor. Ulan babadan zenginsin. Bok gibi paran var. Ama zevk sahibi olmak başka bişii. Giyinmeyi de öğrensene...

   Tip3 : Çağdaş Pollyanna. Herşey çok güzel onun için. Gözüne çomak girse ; Ayy ne güzel bi çomak diyecek neredeyse...Teknoloji cahili... Filaşbelleği pc ye monte edebilen herkese hayranlıkla bakıyor. Bütün tekno işleri kocasına gördürür. '' ay ne güzel bilgisayardan anlayan bi kocam var.'' diye de övünür. Sen çok yaşa Polly abla...Bunlar fırsat buldukça Tip1 ile örgü ve yemek tarifi alışverişinde bulunur, çocukların, kocaların dedikodusunu yaparlar...

   Tip4 : Psikopatik bulgular mevcut. Kanlı, kazalı, cinli, perili, paranormal , metafizik bütün olaylar ondan duyulur. Ölümden bahsetmediği tek gün yoktur. Mezarında ters dönenler, içine şeytan girenler, maymuna dönüşen kafirler hakkında anlattıklarını dinleyebilmek sağlam bi irade ister.

   Tip5 : İdareci... Yanlış telaffuz ettiği kelimelere bıyık altından gülerken çok yakalanmışlığımız vardır kendisine ama düzeltilen de bir durum yoktur. cigolata, pençere, powpaint, Kırım Kango, yalançı ilk aklıma geliverenler...Bu da Tip2'ye benzer. ''Hanzoyum ama para bende.'' yaşam felsefesini benimsemiştir. Abartmayı, yalanı sever. Biz inanır gibi görünürüz, o bizzat inanır. O kadar yani...

     Yok daha fazlasına elim gitmiyo. İşten gelmişim. Kahvemi almışım, sigaramı yakmışım. Kompitürümle sevişme halindeyim ve oturmuş işyerindeki tipleri yazıyorum.Anaaa strese girdim iyi mi...En normalleri benim işte. Varın siz düşünün nasıl bi stres altında ekmek parası kazandığımı...Zor...Yaşamak zor zenaat...Böyle bi işyerinde mutlu mesut olabilmek ne mümkün? Na mümkün...