13 Aralık 2010 Pazartesi | By: Acemi bi bilogcu...

Kırık Beyaz

     Bir cumartesi sabahı...Memlekete aile ziyareti için gittiğim diğer cumartesi sabahlarından tek farkı, çatıları hafif kapatan bir kar manzarasına sahip olmasıydı...Manzarası ve macerası bol bir yolculuk beni bekliyordu...

    Arabanın üzerindeki karları temizleyip, geçtim direksiyona...Şehri tam çıkmıştım ki, aksilikler silsilesi kendini göstermeye başladı...Kah yolun kenarına park etmiş bekleyen kamyonlar, kah yolu  kapatan başka araçlar...Dur kalklarla devam ediyordum. Bir ara yol açıldı...Artık kaplumbağa hızıyla ilerlememeliydim...Hızlandım...Bu ikinci hataydı...İlki mi neydi? Tabii ki yola çıkmak...Derken aracın hakimiyetini kaybettim bulamıyorum...

     Araçla karda dans çok da keyifli değildi...Sağ taraftaki bariyerin beni çağıran havasına kapıldım gidiyorum...O ara, az sonra olacakları saniyenin bilmem kaçta kaçı bir hızla düşünüyordum...Beni bulacakları hurdaya dönmüş araçta; sıkışıp kalmış, kanlar içindeki halimi bile görebiliyordum...Sonra kendime gelip, diraksiyonu sola kırmayı başarabilmiştim ama aracın koca kıçını bariyere vermesini engelleyememiştim...Çarpma anının sesi ürkütücüydü ne yalan söyliim...Devriye gezen ve yolda kalmışlara yol gösteren, kazaların raporunu tutan trafik otosu benim de yardımıma koştu...Sonra o Amerikan filmlerindeki diyaloglara benzer bi konuşma geçti aramızda :
 '' Yolun bundan sonraki kısmı çok daha kötü dostum...Zincirsiz ve kış lastiksik ilerlemek imkansız... Bence ileriden dön ve evine git.''     '' Peki memur bey...''

     Memur beyin söylediği gibi yaptım...Bir kaç kilometre ilerdeki yol ayrımından dönüp, eve gittim...Madem bugün ailemi görmeye niyetlenmiştim, o zaman bu yolculuk işini toplu taşıma aracıyla gerçekleştirmeliydim. Arabayı oturduğum binanın önüne parkedip, belediye otobüsü maarifetiyle otogara ulaştım...Minibüsteki yerimi aldım. Birazdan aynı etabı grup halinde deneyecektik...Heyecanlıydım...

    Karlı bir cumartesi sabahı, evine sevdiklerine ulaşmaya çalışan yolcu huzuru dolu minibüsün tekerleğinden çıkan zincir sesleri, güvenimizi de sarıp sarmalıyordu...Kar altında ayrı güzel duran çam ağaçlarını seyre dalıp, ilerliyorduk...
1. ve kişisel denememde hüsrana uğradığım noktaya ulaşamadan yolda kalakaldık...İşgüzar şoför, bir kaç yeri arayıp yol durumunu öğrendikten sonra bize doğru dönüp;
'' Bu yolda ilerlememiz çok zor.Acil işiniz yoksa geri dönelim.'' dedi...Canım yurdumda demokrasiyi özümsemiş yurttaş kimliğimiz bir kez daha gösterdi kendini...     ''Dönelim diyenler? '' , '' Devam edelim diyenler? ''Oy
çokluğuyla geri dönme kararı aldık...Yalnız bu ezici üstünlüğü hazmademeyen yaşı geçkin bir teyze vardı ki, demokrat çoğunluğun hışmından korkmuş olsa gerek, kendi kendine alçak sesle homurdanıyordu :
'' Bu ne canım? Ben evime gitmek istiyorum.Bu karayolları uyuyor mu? vs..vs...''

     Artık sıcacık evlerimize geri dönüyorduk, sevinçliydim...     
O yataktan hiç kalkmamalı, gerine gerine uyumaya devam etmeli, sıkı bir kahvaltı sonrası çay ve sigara eşliğinde pencere camından karın yağışını izlemeliydim...Hala geç kalmış sayılmazdım...( Burada yazar, dönüş esnasında iç sesini dinlemektedir.)    Sonra bi başka teyzenin şu cümleleriyle kendime geldim : '' Bakale...Bakale biz gelemiyok... Yollar dıkalu. Arabalar gitmiyi... Heee he ! Geri dönüyok.'' 

     Sonunda otogara ulaştık...Bu yolculuk denemesi de başarısızlıkla sonuçlanınca ödediğim bedeli geri almalıydım. Cevval bir tavırla sordum : 
'' Yol ücretlerini iade edecek misiniz? '' diğer yolcuların da sesi olmuştum. Sayemde paralarını kurtardılar. Bu arada yola devam edelim diyen yaşı geçkin teyze hala homurdanıyordu...Üniversiteli iki kızın minnettar bakışları arasında, bi kahraman edasıyla oradan ayrıldım...Yine otobüs maarfetiyle hikayenin başladığı yere, evime döndüm...En başından yapmam gereken şeyleri yaptım...Güzel bir kahvaltı hazırladım, karnımı doyurdum...Çayımı sigaramı alıp, mutfak penceresinin camından dışarıyı beyaza, yolculuğu çileye boyayan karı izledim...Kırık bir benzin deposu kapağı, göçmüş bir sağ arka, yollarda kaybolup gitmiş bir bikaç saatten öte, yorgun, kırgın ve öfkeli bir ruh halim vardı elimde, bir de minibüs camından çekilmiş şu fotoğraf karesi :

    Bu cumartesiden çıkarılacak dersler :

1.  Kaygan zeminlerin adamı değilsen, kaygan zeminde zincirsiz yola çıkma.
2.  Kaygan zeminde vites büyütme.
3.  Vaktiyle verilmiş sadakalar hayat kurtarır.
4.  Demokrasi güzel şey.
5.  Almadığın hizmet için para ödeme.
6.  Çoğunluğun kararına saygı duy.
7.  Bakale...Biz gelemiyok !
8.  Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır.
9.  Çay ve sigara muhteşem ikili.
10. ve son : İnsanın evi gibi yok...Benim de sevgilim gibi...Bütün bu hikayeyi telefonda ona anlatırken ben burnumdan soluyordum, o gülmekten ölüyordu...

   
        
          
  
10 Kasım 2010 Çarşamba | By: Acemi bi bilogcu...

Küçük Şeyler...

      Başlığa bakınca, aklından müstehcen şeyler geçiyorsa, gülerim haline eyy okur ! Yüzündeki muzip gülümsemeyi sil hemen ve devam et okumaya. ( Burada yazar ; kendini bi halt sanmaktadır. )

      Mutlak mutluluk da, mutlak mutsuzluk da yoktur ya hani...Hayat anlardan ve anları oluşturan ayrıntılardan ibarettir... Küçücük şeyler vardır bizi mutlu eden, mutsuzluk yaşatan...( Burada yazar ; kendini ermiş hissetmektedir. )

     Örneklere geçelim mi? Ziira sadet( Sadet'i tanımam) bizi bekler...Gelelim bakalım :

     Mandalinayı soyup, bir dilimini ayırıp,atarım ağzıma... İçkıvrımının tam ortasından bir diş darbesi... Bütün c vitamininin ağıziçi boşluğuma fışkırdığı an...
    Teneke kutulu içeceklerin ( ki benim tercihim bira olur genellikle ) açma halkasını çektiğimde çıkan o ses...Hayata bi skeee! çektiğimiz an...
    Hapşırık sonrası avucuma yapışan larva benzeri balgam parçacığını bir fiskeyle elimden ayırdığım an...Nereye gittiğinin önemi yok...
    Bütün gün dilime dolanmış bir şarkıya, müzik kanallarından birini açar açmaz rastladığım an...
      Sigaramın külünün biriktiğini farkedip, tam da dalını terkettiğini anladığımda avcuma hapsettiğim an...
      Google Abiye sorgulattığım bi meseleye, ilk ''tık'' ta yanıt bulduğum an...
      İş dönüşü kapıyı açar açmaz kenefe girip, idrar kesemin çeperine akılalmaz bi basınç uygulayan idrarı ait olduğu yere gönderdiğim an...( Ohhh dünya varmış hesabı ...Burada yazar ; rahatlamış olmanın altını çizmektedir... )
     Cep telden saate baktığımda, saat ve dakikanın aynı olduğu ana tanık olduğum an... Misal : 17:17 ( O da beni düşünüyor...Burada yazar ; romantizme gönderme yapmaktadır... )
     Msn de sevgiliyle yazışılmaktadır...Derken web-cam ler açılmak istenir...Bağlanılıyordur...Beklerim...Vee...O bağlantı anı...Sevgilimi karşımda gördüğüm an...( Burada yazar ; hala romantizimden çıkamadığını ve sevgilisini çok özlediğini belirtmek ister gibidir... )
     Diş fırçaladıktan sonra aldığım ilk nefesin ferahlığını hissettiğim an...( Burada yazar ; hijyene verdiği önemi sergilemektedir...)
     Bir dosyanın, bir yazının tamamlanma aşamasında, son cümleden sonra noktanın koyulduğu an... ( Daha o ana çok var lan ! Burada yazarın içsesi ; yazmaya devam etmesi gerektiğini hatırlatmaktadır... )
     Bulaşıkların yıkanıp, ocağın temizlenip, tezgahın silinip, bezin durulanıp, sıkılıp, armatürün başına yerleştirildiği an...( Burada yazar, yine mutfağını bok götürdüğünü ima etmektedir... )
     Bi belgesel, bi bilgisel,  bi yarışmasal bişii izlediğimde
'' Aaa ben bunu biliyorum.'' dediğim an...( Burada yazar engin bilgi birikimine ya da kendi deyimiyle gereksiz bilgiler çöplüğüne güvenini tazelemektedir. )
     Bi belediye, bi halk otobüsüne binişte akıllı biletimde geçerli ''bas - geç''olduğundan emin olamadığım halde, madara olmak pahasına kartı manyetik okuyucuyla öpüştürdüğümde onay dııtını duyduğum an...( Burada yazar ; teşhis sanatı yapmaktadır... Edebi sanatlar konusunda fena sayılmaz kendisi...)







    Yeterince mutlu olduk sanırım...Ama hayat salt mutluluktan ibaret değil. Öyle anlar var ki ; küçücük de olsa insanı mutsuz olmaya itebiliyor... ( Burada yazar ; yine çokbilmiş bi edaya bürünmüştür ve mutsuz olduğu anlara geçiş yapmak istemektedir...Ziira sadet  - ki hala tanımam kendisini -   hala bizi beklemektedir... )

       Sigara paketini açış bandından açarım ama o lanet şerit elime yapışıp, bi türlü bırakmaz...Öfkeden kudurduğum an...

       Açma şeritleriyle başım belada...Bir güzel silindirik bisküvi almışım...Tutkunuyum..Bir an önce o lezzetle buluşmak istiyorum ama paket, açılmamak üzere imal edilmiş sanki...Anahtarla, diş darbesiyle bi şekilde açmışım...Paketin sonunda rastladığım kırmızı şeriti gördüğüm an...( Burada yazar ; mal olduğunu değil, sabırsız olduğunu belirtmektedir...Paketi ters tutmuş olabilir... )
      Çok sıkışmışım...Küçük abdest yapmışım...Sallamışım, sıkmışım...Tam donumu çekerken bir damla dahanın aktığı an...( Burada yazar ; erkek okurların ortak derdini şu veciz sözle özetlemek istemektedir ; Ne kadar sallarsan salla, dona düşer son damla... )
      Hani ilk bölümde hapşırmıştım da elimde larva benzeri bi balgam parçacığı kalmıştı.Bi fiske darbesiyle gönderdiğimi söylemiştim.Gönderemediğim an...( Burada yazar okurun hafızasını test etmektedir... )
     Kapısı yekpare cam olan bi dükkanın yine aynı kapısını ardına kadar açık zannedip, tosladığım an...( Burada yazara gülebilirsiniz... )
     Severek takip ettiğim bi programın son reklam arasında sigara molası vermişken sigara içiş süresiyle reklam süresini örtüştüremeyip, döndüğümde programın ''role-caption'' una rastaladığım an...
     Sigara demişken, sigarayı dudağımla buluşturup, ilk nefes sonrası sigaranın izmaritini oluşturan o sarı ve benekli, süngersi dokunun dudağımdan ayrılmak isteyip, zorla ayırdığımda dudak epitelimden bi örnek kopardığı an...O ne acıdır o....( Burada yazar ; sağlam bi içici olduğunu aşikar etmiştir... )
     Yorgun geçen bi haftanın sonrası, öğlene kadar deliksiz uyuma fikriyle girdiğim yatağımdan bi cumartesi sabahı yine işe kalkış saatinde uyandığım an...( Burada yazar ; biyolojik saatiyle sorunlu olduğunu anlatmaktadır. )
    Bir dosyanın, bir yazının tamamlanma aşamasında, son cümleden sonra noktanın koyulduğu andan bi önceki an, sistemin çöktüğü, bağlantının kesildiği an...Silbaştan yeniden dediğim an....( Burada yazar ; sadece küfreder ki okumak istemezsin... )
     Acilen birini aramam gerektiğinde, karşıdan gelen '' Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor.'' la başlayan cümleyi duyduğum an...      ( Burada yazar sevgiliye ulaşamamanın kendisinde yarattığı sıkıntıdan dem vurmaktadır... )
    Bir yazıya başlayıp, sonunu bi türlü bağlayamacağımı düşündüğüm an...( Burada yazar ; yazıyı artık sonlandırmak istemektedir ama doğru an olup olmadığını bilememektedir... )
   

     Hayat anlardan ibarettir... Küçük şeyler vardır, büyük şeyleri oluşturan...Hayat, küçük şeylerden yansıyan büyük bir ayrıntıdır...Hayat bu küçük şeylerle anlamlıdır...Yok sayar, görmezden gelirsek neler kaçırdığımızın da, nasıl yaşadığımızın da farkına varamayız...( Burada yazar ; giderayak kendini haklı çıkarmaya çalışmaktadır...Yersen... ) 



   
     
    

     
     
                  ÜSTÜN DÖKMEN ' E         SAYGIYLA  ...
     
    
    
   
   
  
  
   
   
   

   
   
     
4 Kasım 2010 Perşembe | By: Acemi bi bilogcu...

...tematik

(0 x 9) + 8 = 8 
(9 x 9) + 7 = 88
(98 x 9) + 6 = 888
(987 x 9) + 5 = 8888
(9876 x 9) + 4 = 88888
(98765 x 9) + 3 = 888888
(987654 x 9) + 2 = 8888888
(9876543 x 9) + 1 = 88888888
(98765432 x 9) + 0 = 888888888
(987654321 x 9)  -  1  = 8888888888


        Yukarıdaki piramit hayatımın hiç bi döneminde ilgimi çekmemiş olup, ilgisini çeken varsa keyfini çıkarsın için yazılmıştır. İlle de bir piramit inceleyeceksem; Kefren, Keops olur...Ama asla yukarıdaki olmaz kardeşim...

      Sayılarla hiç bi zaman aram iyi olmadı. İçinde problem olan hiç bişeyi sevemedim ben...
    
    Mol: 6,02.1023 taneciğe 1 mol denir. Molla mı olcam napıcam? Ne işim olur lan benim mol ile, molla ile?
Bu sayıya Avogadro sayısı da denir. Banane! Avakado olsa anlarım. ( onu da sevmem gerçi...) Kimya, öğrencilik kimyamı bozmuştur, o yüzden benden uzak, Antoine Laurent Lavoisier'e yakın olsun. O sarmadı mı bütün bunları öğrenci kimliğinin başına?


   Fizik desen aynı bok...Suya göre hızı 2 Av olan bir uçak gemisiyle bir yunus aynı yönde gidiyor. Geminin pistinde hareket eden bir motosikletli yunusu durur gibi görüyor. Yunusun suya göre hızı Av olduğuna göre, motosikletlinin gemiye göre hızı nedir? Parantez açalım zira vakti geldi...( Şimdi uçak gemisinde motosikletlinin ne işi var? Hadi pilot olduğumu varsayayım, yunusu gördüğüm vakit ; '' Anaa yunusa bak durmuş bana bakıyo...'' filan derdim.Ben manyak mıyım ki kendi hızımın gemiye göre ne olduğunu hesaplıyayım? Ya da tüm bu olanları dışarıdan bi takadan izliyorum, kafayı mı yedim lan ben? Kimin hızı kime göre ne? Bunun yapan balıkçılarımız  varsa da şiddetle kınıyorum kendilerini bileleler ve de göreler...)


     Yani hayatımız boyunca işimize yaramayacak bi sürü gereksiz şeyi kastırmalarını anlamıyorum. Sırf bu yüzden sene kaybım oldu lan benim biliyo musun?


     Matematik... Ahh başımın belası...Çemberden geçen simetri doğrusu sonsuzdur mesela...Yani çember üzerinden sonsuz simetri doğrusu geçer...Tevekkeli ibne kardeşlerimize tekerlek benzetmesi yapılmıyor...Üzerinden geçenin haddi hesabı yok manasına...Bildiğin çember işte...


    Ya o çok bilinmeyenli denklemler?... Belli ki kendini ifşa etmek istemiyor...Esrarengiz olmayı, bilinip tanınmamayı tercih etmiş madem saygı duymak lazım. Nedir bu bilinmeyene ulaşma merakı... x ' e,  y' e olan düşmanlığın sebebi ne? Niye herkeste onları yalnız bırakma telaşı?


     Dört işlemi bil yeter kardeşim. Hayatın boyunca sana lazım olan budur. Kurcalama işte fazlasını. Hayır, üçgenin mahremiyetine girip, iç açılarının toplamını bilmenin sana ne faydası var? Komşu olmayan kenarlar niye birleşiyor köşegen vasıtasıyla? Komşu değilsen değilsindir...Nedir yani bu yakınlaşma çabası? Bu bizim yıllardır içine girmek istediğimiz ve bi türlü giremediğimiz, girmesek daha iyi olur dediğimiz AB gibi bişii mi?


      Sinüs, Kosinüs... Yıllardır sinüzitten muzdarip ben, hep hastalığımı hatırlarım bu kavramları duyunca... Ağrım tutar hiç yokken... Babilliler ve Mısırlılar döneminden günümüze kadar gelmiş, bence gereksiz ayrıntılar...Trigonometri benim hafızamda bi hakaret terimi... '' Trigometrik Suratlı '' bi de bunların akrabaları var ki ; evlere şenlik : Tanjant- kotanjat...Sekant-Kosekant...Ko gitsin yaw...


     Karşı kenarın, komşu kenarla olan gayri ahlaki münasebeti de tansiyon yükseltir hani. Hipotenüs... Hipertansiyon gibi bişii mi lan bu? Sırf, Pisagor hocasına kıyak çeksin diye icad olunmuş bi kavram abicim...Yoksa bana ne karşı dikkenarın komşu dikkenara diklenmesinden...


     Sonra sıfır...Bildiğin sıfır ; ahan da rakamlan : 0 ( Kendisinde kişilik problemi olduğu kanısındayım. Zira alfabemizin saygıdeğer onsekizinci _ özellikle yazıyla yazdım. Rakkam sevmiyorum çok._ harfiyle karıştırılır sıklıkla...)Kendi başına koca bir hiçtir...Bir sayının yanında durursa ancak o zaman kıymete biner... O da sağında olursa...Sağcı ve kişiliksizdir anlayacağın. Sıfırsın olum sen! Tekerlek gibisin işte...Üzerinden sonsuz simetri doğrusu da geçmiştir senin...Sağda olursan bişeysin belki ama solda sıfırsın işte...Yüzünü güldürdüklerin azınlıkta insanlar...Banka hesaplarında, çek defterlerinde bulunduğun vakitler... Senden bolca olduğu vakit iyisin hoşsun. Gerisi tırt...Benim gözümde sıfırsın ama...


     Bütçeyi şööle bi kontrol ettim... Hesap açık verdi... Öteden beri ( öte nin bi anlamı yok, lafın gelişi yorma beynini daha fazla...) zaten aram değil rakamlarla, bu açıktan sonra daha bi tilt oldum...Okuduğun bu yazı böyle vücuda geldi...Sevmiyorum rakamları ve rakamlardan ibaret bu..tematiği!...O kadar...

    

   
3 Kasım 2010 Çarşamba | By: Acemi bi bilogcu...

Aktar ! Derdime bir çare...

    İnsanoğluğuz...Garip bi türüz... Şimdi hayvanların sadece yaşamak için öldürdüklerini düşününce yeryüzünde bizim kadar da, etrafına dehşet saçan başka bir yaratık yok sanırsam...Ama ölmemek için ya da ölümü ertelemek adına yaptıklarımıza bakılınca yaşamı bu kadar çok seven bir varlığın, yaşam hakkına saygı duymaması paradoks değil de nedir sevgili bilogum. ( Ne dedim ben? )

    Muhteşem bi bedene sahibiz. İlginç bi işleyiş. Vücudumuz kendisine ters düşen, aykırı bulduğu her türlü dış etkiyi elimine etmek üzere programlanmış bi kere. Kendini garanti altına alan, virüse bakteriye kafa tutan, zararlı toksik maddelere karşı defans geliştiren bünyelere sahibiz. Bağışıklık sistemimiz tıkır tıkır işlemekte. Sistemin hücreleri güvenlik görevlisi gibi çalışmaktalar. Görevlerini ihmal ettiklerinde ise içeri sızan art niyetli bi antijenin terörüne maruz kalmaktayız. Hastalanmaktayız...

    Teknoloji ilerliyor ilerlemesine ama insanoğlu insanda da bi ''doğaya dönüş'' hakim...Her türlü marazi duruma doğada şifa arar olduk. Her kanalda bi Herbaliste rastlamak mümkün...Başa, kıça, göte göbeğe iyi gelecek ne varsa sayıyorlar. Aklımda kalan bişii var mı (bakıyorum) yok. Sapı, çöpü, kabuğu, suyu, tozu, yağı...Her derde deva nebatadın ucu bucağı yok...O yüzden aklımda Barış abinin şarkısında söylediğinden fazlasını tutamadım. O da sadece soğuk algınlığına iyi geliyor : 
'' Nane, limon kabuğu bi güzel kaynasın ama içine hatmi çiçeği,biraz çöreotu katasın aman hatta biraz tarçın, bi tutam zencefil...''
gibi bişeydi.Bunları da şarkıyı söyleyerek hatırlayabildim...Sevgilim iyi bilir ama. Ne vakit bi kendimi beğenmesem, hemen reçeteyi verir. '' Yarın aktara uğruyosun, biraz hatmi, biraz meyankökü, havlıcan, hibiskus, karabaşotu,...alıyosun.'' İsimlere her defasında gülüyorum ben. Hikmetinden sual olunmasa da komik işte. Havlıcan ne la?

     Bırak fiziksel rahatsızlıklara iyi gelmeyi, karakteristik, psikolojik rahatsızlıkların semptomatik tedavileri için de bire bir. ( Şimdi destekleyici bir alıntı aktar(mak) lazım.) :

    Çekingenlik: Kuru baklagiller ve fosfor açısından zengin besinler önerilir. Bulgur, mercimek ve balık türü yiyecekler de yenmeli. ( Kuru baklagiller ve mercimek aynı zamanda bünyede gaz yapıyo ya, çekingen karakterli insanlar, milletin yanında osurdukça özgüven mi tazleyecekler acaba?. Bir sunum yapacaksınız, çok gerginsiniz ama akşamdan yüklenmişiniz mercimeğe, nohuta, fasülyeye...Ertesi gün bomba(?) gibi gittiniz ofise. Başlamadan önce bi zortt...Ohhh! Sunuma hazırsınız.) Parantez içleri herzaman olduğu gibi sadece beni bağlar sevgili izlekler. Bu da başka bir örnek :

    Yalnızlık: Domates, biber, patlıcan, patates yalnızlık duygusunu hafifletiyor. ( Yine Barış abiyi hatırladım. Yalnızlık duygusundan kurtulup tam sevgili yapacakken sokakta yankılanan o sesle bi türlü ilan-ı aşk edemeyen gencin trajik öyküsünü anlatıyordu şarkısında. Bu tezle çelişircesine...Şimdi ben de aynı duyguyu yaşıyorum. '' Çok yalnızım be domates kardeş .Vaktin varsa biraz laflayalım.'' Gidip sebzeliğe bakıcam birazdan. Domates ve biber biladerlerimle konuşur, dertleşiriz...Patlıcan fazla geveze bu saatte çekemicem kensini.)

    Onu bunu bilmem...Buralarda bulunmadığını biliyorum ama. Yalnızlığa iyi gelecek bir zerzevat varsa ahan da aşağıdadır kendisi...

     Tanıştırayım : Coco De Mer. kısaca Deniz Cevizleri de diyebilirsiniz. Uzaklardan çoook uzaklardan Şeysellerden gelmiştir. (Şeysel de komşumuz sanki. ''Dün gece Şeyseller bize geldi.'' der gibi.) Her biri 23 kilo devasa bişii. Sarıl, okşa dilediğince. Ne biliim işte takıl kafana göre... Eğer Havva, Adem’e masum bir elma yerine bunlardan birini göstermişse işte o vakit  ilk erkek, ilk kadının hangi mahallinin kendisi için ilginç olabileceği konusunda hiç kuşku duymamıştır...Erotizme baksanıza yahu. Muhtemel, ülkemize girişi yasaklanmıştır. Bunların meyve olup bu hale gelebilmelerinin de kendileri kadar erotik bi hikayesi var. Dur onu da aktar(ayım) :

     Erkek ağaçların bir metreye yakın bi boyda penisi andıran çiçekleri varmış. Dişi ağaçlarınsa meyveleri. Dişi ve erkek ağaçlar birbirlerine çok yakın dururlarmış. Adanın yerlilerinden aktarılan söylenceye göre geceleri bu ağaçlardan sevişme sesleri duyulurmuş...(Meyveye bakınca da ;  '' Olur mu olur...'' diyorum valla ne diiim...)
   
    Bilimsel bi girizgahla başladığım yazının suyunu çıkardım...( farkındayım. ) Şimdi içip yatıcam...Rahat uyutur diye biliyorum. Yalnızlığıma da iyi geldi ayrıca bu Herbalist Aktarımlar...Özellikle Coco de Mer.

   Dibe gelmişken bi dipnot : Resimde gördüğünüz meyvenin yaş hali. Bir de kurusunu görün isterim... Yaş mı da kuru mu?...Ben kaçar... 
2 Kasım 2010 Salı | By: Acemi bi bilogcu...

Öyle bi geçer zaman ki...

       Bir vakitler gülüp alay ettiğim, yerden yere vurduğum eski yapım yerli filmlerin kopyalarıyla geçiriyorum akşamlarımı. İçinde donup kaldığımı gerçeklik canımı acıtıyor çünkü. Çünkü kaybettiğimiz masumiyeti özlüyorum. Tutkulu aşkları, güzel komşuları, komşulukları, hayata karşı onurlu duruşları...Şimdi 60'lar, 70'ler konulu filmlerde takılıp kalmam da, yüzümde hüzünlü bi ifadeyle ekrana kilitleniyor olmam da sırf bu yüzden...İçinden eski geçen herşey beni kendine çekiyor... 

       Elvan gazozları, arap kızlı Mabel sakızları devrin sefasını sürerken biz telli arbalarımızı yarıştırırdık...Enine çizgili tişörtlerimizin altında yarası kabuk bağlamış dizlerimizi gururla gösterebildiğimiz kısa pantolonlarımız vardı.  Uzay1999'un kapı tutmacına benzeyen silahına sahip olabilmek için eski bavulların kulplarını söker, Doktor Kimbılın peşinden koştururduk. Heidi Klara'ya yürümeyi öğretemese de biz Klara'ya inat elimsende oynar, komşu bahçelerden erik aşırır, akşam ebesi olmamak için son sürat evlere dağılırdık...Telesafiri bol şenlikli evimizde mutlu mutlu yaşardık...

    Ablam ve abimin devam ettiği okula neden gitmediğimi bi türlü anlamadığım o afacan Sezercik yıllarımda, eve çok yakın okulun yükseeek duvarı dibinde saatlerce oturduğumu hatırlarım. Hiç unutmuyorum bi gün okulda yangın çıktığı için eve gelen bizimkilere bakıp,  ''Ohh ya artık siz de gitmeyeceksiniz.'' deyip sevinmiştim...Minik Osman gözüyle gördüğüm o sokak kocaman, avluları çevreleyen duvarlar çok yüksek, yollar çok uzun gelirdi. Yıllar sonra, çocukluğumun geçtiği o sokağa kocaman bi herif olarak gittiğimde gördüm ki, duvarlar alçalmış, sokak daralmış, yollar kısalmıştı. Onlar çekmemişti...Büyümek kimbilir kaçıncı kez canımı acıtmıştı...

    Tohuma kaçmış kabakları, jilet marifetiyle ameliyat eder, çöpte bulduğumuz fare cesetleriyle kızları korkutur, ekmek içine benzer sünger parçalarıyla nur yüzlü amcalara şakalar yapar, yukarı mahallenin çocuklarını taşa tutar, sakızlardan çıkan artiz resimleriyle kumar oynar, komşu bahçelerden meyve çalar, elimize geçen harçlıklarla çatapat alır, canını yaktığımız bi yukarı mahalle çocuğunun isyanının hedefi olur, alnının çatına okkalı bi taş darbesi alabilecek gözükara çocukluğumuzun tadını çıkarırdık...( o yara izi hala yerindedir.) Steril bi çocukluğu olmayan şanslı insanlardanım...

     Şimdi bir filmin dekorunda, arap bacı ve sevgilisinin birbirlerine bakan yüzlerinde, dudak mesafesinde asılı kalmış çocukluğum ;  ulan seni çok özlüyorum?

    Veresiye satan adamın bahtsız haline bürünmeden iyice, yazıyı noktalamak istiyorum...

   
1 Kasım 2010 Pazartesi | By: Acemi bi bilogcu...

Tipitip

    Ben klavyeye, monitör bana bön bön bakmakta, bakışmaktayız. Bu satırlar yazılıncayadek bi müddet kesiştik. Bu cümleden sonra tekrar deneyeceğiz. Çok hoşumuza gitti...

   İşten eve dönmüşüm...Dün de ihmal ettim bilogumu. ''Daha başından sukoyverirsek olmaz olum.'' dedim kendim kendime...kendim kendime şunu da ekledim.( gizli özneyi de açık ettik görüyo musun. Çok ''ben''cil cümleler oldu.)

 '' Anlıyorum yazılası çok şey var ama nereden başlayacağını bilmiyosun. Abi senin vaktinin çoğu nerede geçiyo? İşyerinde. Komedi Dükkanı gibi bi yerde çalışıyosun. Yazsana oradaki tiplemeleri...'' Kendim kendime doğru bişey diyodu. Yazılmalıydılar...Yazılıyolar. Bana değil size yazılıyolar. Yani sizin için...

      Özel hayata pek bi saygımdan mütevellit isim kullanmayacağım. İşyerindeki insanları Tipitip sistemine göre sıralayacağım. Giriş için izahatı bol cümleler seçtik. Buyrun sizi gelişme bölümüne alayım...

   Tip 1 : İlk duyduğumda '' Allah'ım bu karıyı kim seslendiriyor? demiştim.Sıtma görmemiş, kulak zarının masumiyetine halel getirecek tarzda tiz bi sesi var. O konuşmaya başlayınca ortamı terketmeyi yeğlerim. Yaşı 30'larında, etine dolgun, çirkince bir hanım kendisi...Hanımefendi demedim dikkat ettiyseniz. Efendilikten uzak biri. Sadece hanım. O da sahip olduğu dişilik organıyla ilgili. Ben görmedim.Görenlerin yalancısıyım.İşiyle alakalı vasıflardan uzak ama her defasında birilerine yaptırıp, dört ayak üstüne düşmeyi seven sinir bozucu bi bayan. 10 dakika dinlersen bayan olduğu daha bi netlik kazanır.Bayılmamak için kaçmak lazım.Bir de adını söylesem koparsınız. Bu hantal,  yüzügözü etbeni dolu, çirkin kadının o kabaca görüntüsüyle taban tabana zıt bir adı var. Tip1'imiz adıyla namüsemma...

   Tip2 : Gerçek hayattan bi Burhan Altintop uyarlaması. Ben de zenginim, benim de param var diye ortalarda dolaşır kendisi. Bu haftasonu Kayseri'ye kayak yapmaya gitmiş. Ancak sezonu açacak miktarda kar olmadığından kayak yapamadan geri dönmüş. Üst baş dökülüyor. Ulan babadan zenginsin. Bok gibi paran var. Ama zevk sahibi olmak başka bişii. Giyinmeyi de öğrensene...

   Tip3 : Çağdaş Pollyanna. Herşey çok güzel onun için. Gözüne çomak girse ; Ayy ne güzel bi çomak diyecek neredeyse...Teknoloji cahili... Filaşbelleği pc ye monte edebilen herkese hayranlıkla bakıyor. Bütün tekno işleri kocasına gördürür. '' ay ne güzel bilgisayardan anlayan bi kocam var.'' diye de övünür. Sen çok yaşa Polly abla...Bunlar fırsat buldukça Tip1 ile örgü ve yemek tarifi alışverişinde bulunur, çocukların, kocaların dedikodusunu yaparlar...

   Tip4 : Psikopatik bulgular mevcut. Kanlı, kazalı, cinli, perili, paranormal , metafizik bütün olaylar ondan duyulur. Ölümden bahsetmediği tek gün yoktur. Mezarında ters dönenler, içine şeytan girenler, maymuna dönüşen kafirler hakkında anlattıklarını dinleyebilmek sağlam bi irade ister.

   Tip5 : İdareci... Yanlış telaffuz ettiği kelimelere bıyık altından gülerken çok yakalanmışlığımız vardır kendisine ama düzeltilen de bir durum yoktur. cigolata, pençere, powpaint, Kırım Kango, yalançı ilk aklıma geliverenler...Bu da Tip2'ye benzer. ''Hanzoyum ama para bende.'' yaşam felsefesini benimsemiştir. Abartmayı, yalanı sever. Biz inanır gibi görünürüz, o bizzat inanır. O kadar yani...

     Yok daha fazlasına elim gitmiyo. İşten gelmişim. Kahvemi almışım, sigaramı yakmışım. Kompitürümle sevişme halindeyim ve oturmuş işyerindeki tipleri yazıyorum.Anaaa strese girdim iyi mi...En normalleri benim işte. Varın siz düşünün nasıl bi stres altında ekmek parası kazandığımı...Zor...Yaşamak zor zenaat...Böyle bi işyerinde mutlu mesut olabilmek ne mümkün? Na mümkün...
   
30 Ekim 2010 Cumartesi | By: Acemi bi bilogcu...

Mobil İshal

    ''Çaresiz derdimin sebebi belli dermanı yaramda arama doktor.'' diyen bi şarkıyla şöhret basamaklarını tırmanmaya hazırlanan hanımkızımızın artık bi menaceri, bi imacmeykırı da olursa, Yeşilçam filmlerindeki şu repliğin yaşanması kuvvetle muhtemel.
     '' Derhal adını değiştirmeliyiz. Sahnelere yakışan havalı bi ismin olmalı. Alev, Handan, Lale gibi bişii. Bu isim olmaz kuzum. Sefa Topsakal...''

   Haftanın sonu, içi farketmiyor. Evinden dışarı çıkmayı sevmeyen bi tosbaa tembelliğinde televizyon, kompitür, yatak üçgeninde gidip geliyorum...En keyiflisi yatak bu arada...Yok.. Keyif aldığım hiç bişii yok bu günlerde.

    Biloguma gelmeden evvel bi feysbukuma bakayım dedim...Orada da bildiğin aynı nakarat...Beğen, paylaş, yorum yap butonları marifetiyle sürdürülen ve ne hikmetse hiç bıkılmayan videolar, resimler dönüüüp duruyo. Günün anlam ve önemine uygun olarak tabii... Dün mesela kırmızı-beyaza bürünmüştü anasayfa, bugünse romantik haftasonu tribi hakim... Edith Piaf 'ı ilk defa burada dinleyip
'' Ayy ben çok severim.''diyen yüzlerce insan olduğuna bahse girerim. Teknoloji güzel şey. Olsun...




    Bu aralar Feysbuk Mobil  moda oldu. Açıyosun anasayfayı falanca göndermiş Feysbuk Mobil  aracılığıyla ;
''Köprüde trafik facia.'' Artık Murat Kazanasmaz'a gerek kalmadı yani.
'' Sıtarbaksta Kahve'' zıkkım iç. Bana ne.
'' Tiyatrodayım.'' Görgüsüz ! Oturup oyunu izlesene. Ne işin var feysbukla.
'' Aaa deli gibi yağmur başladı.'' bak sen Allah'ın işine. Sonbahar mevsiminde yağmur. Vallaha mı diyon? Cık cık cık görülmüş şey değil yaw.

  Kadın mutfakta yemek yaparken '' Du ben telefonumla menüyü feysime gönderteyim'' diyen içsesine uyup, Feysbuk Mobil vasıtasıyla (aslında kurufasüyle, bulgur pilavı ve turşudan ibaret olan ama feysbuk mobille havalı duracak ya)
'' Bonfile, makarna, salata, şarap '' şeklinde gönderirken, ( böyle varsayalım ki aşağıdaki diyalog gerçekleşebilsin yoksa mobilpaylaşım şu iki iletiden öteye gitmez bu da yazının devamına zelal getirir : '' zaaart ! '' ''zooort ! '' Nasıl ossurduklarını da yazmasınlar yani. Biz iyisimi zengin düşünüp, menüyü sağlam tutalım.)kocası içeriden maç skoru yazar:
'' G.S 1 - FB 0 ''
Cinconlu işte n'olucak ! Bu çiftin , yemekten sonra şarabın gözüne vurup, kafalar güzel olmaya başlayınca da mobilpaylaşıma devam deyip,  mobil mobil durumdan bizi haberdar ettiklerini bi düşünsene...

    Kadın :  '' Herifinki kalkmadı. Takviye lazım.''
    Adam :  '' Ben Jazz severim. İçinde Saksafon var.''
    Kadın : '' Galiba tamam.Biz halvet oluyoz.''
    Adam : ''  Nefes nefese Devam ! ''
    Kadın : '' Ohaaa! 4.ye gidio manyak...''
    Birlikte : '' Ohhhh ! Orgazım sigarası pffff  ''

   Feysmobil sayesinde kimin ne halt ettiğini, nerede olduğunu, bulunduğu ortamın ambiyansını öğrenir olduk. Çok da şeyimizde olmamasına rağmen...

    Ben şimdi hacet gidermeye gidiom. Napiim yani telefonumu da yanıma alıp zıçarken mobilpaylaşımda mı bulunayım çıkarttıklarımın kıvamına bakıp;
    '' Motoru bozmuşum hacı.''
   '' Doktora mı gitsem, günlerdir böyle. ''
   ''Çaresiz derdimin sebebi belli, dermanı g.tümde arama doktor.''
29 Ekim 2010 Cuma | By: Acemi bi bilogcu...

Beşibiyerde

    
        Yağmur! Sen de vurup durma şu cama…Bi şarkıda geçiyodu... ama bilirim ki hiç bi şarkı sebepsiz yere yazılmamıştır… Dışarıda bi yağmur…Saatlerdir yağmakta…Başının üstünde bi  çatısı olanlar şanslı da, ya olmayanlar ne yapar şu anda? Düşünmek istemiyorum. Düşünürsem küfre girerim zinhar…İmtihan dünyası madem, herkes imtihanıyla baş başa... Çalışmadığımız yerden çok soru çıkacak daha...Du bakalım bunun bi de ayazı, karı var…( stv dizisi gibi başlangıç olmuş.Böyle devam etmez İnşeallah...Hidayete mi erecem ne? Hadi hıyarlısı...)


       Mevsimsel yorgunluklar, mevsimsel  özlemler…Kış ayazında, bahar şenliğinde, yaz sıcağında sevgilimi buldum da yanıbaşımda, henüz sararmış yapraklar üzerinden bi geçmişliğimiz yok kendisiynen…Belki de ben en çok bunu istiyorum. Bi sonbahar manzarasının hüznünü yaşamak senin  anlayacağın…( sen her kim isen... )


       Dört mevsime yayılmış bi aşkın eksik kalan parçası  bu istediğim şey...Ee be yağmur! Sen de vurup durma şu cama! Yok işte…Yok! N'aapabilirim? Sadece HAYAL edebilirim…


       Dalıyla vedalaşmış, sarı yaprakların örttüğü ıslak bi yolda, bi araba keyfinde, sevdiğimiz bi şarkı eşliğinde ağır ağır ilerliyorken, elini turtup sıcaklığını hissedebilmek ne güzel olurdu…Sonra sağa çeker, iner elele yürürdük. Hüzünbaz iki sevgili...Ben ki buraya salya sümük aşk nağmeleri yazmayacaktım.


 İçses1 : Olum senin zaten bunları yazabileceğin bi bilogun yok mu iki bilog ötede?)


      Hass….Sektör! Şimdi sadece anılarından teselli bulduğum anlar var….Bir de fon müziği… O kadar oldu mu sahi? İle başlayan…


    İçses2 :   Harbi acemi bi bilogcusun olum sen! Verdiğin sözleri tutamıyor, yanlış zamanlarda yanlış şeyler yapıyosun…Yanlış biloglarda geziniyor, kendi içinde çelişiyosun.  


    İçses3 :Napiim lan olsun a.q.


    İçses4  : Hadi git.Yat uyu dinlen biraz. Yağmurda uyumak güzel olur olum. Valla bak...Git yat sen...


    İçses5Dooru diyon la...Gidip yatayım en iyisi. Düşünerek, yazarak özlem büyütüceeme, yatarak kıç büyüteyim değil mi?

        Ben  : Tamam la yatıp zıbarın hepiniz!
         
       Şişşşt yağmur! Sen de vurup durma şu cama. Uyumaya çalışıyoz şurda...
      

 
28 Ekim 2010 Perşembe | By: Acemi bi bilogcu...

Bi dizi hata...

       Ben bi hata ettim… Bilogırların dünyasına hızlı bi dalış yaptım… Alım satımdan anlamayan birinin, bırokırların dünyasına dalış yapıp Dow Jones'u tepetaklak etmesi gibi bişii…(Alakası yok lan sırf kafiye olsun diye.Ne anlarım kağıttan, borsadan)

       Ben bi hata ettim... Tıp dünyası, literatüre yeni bi terim daha ekleyebilir. ''Ben bi hata ettim.'' le başlayan cümle ve devamı için '' Cemile Sendromu '' denilebilir pekala…Gün içinde sıkça söylediğim bi cümle bu...Yanlış meslek seçimi…Her günü başka bi eziyet. Başlangıçta iyiydim. İdealist, gözükara, başarılı… Şimdilerde haylice bedbaht… Zamana bıraktım bakalım. Geçer mi bu depresif haller bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum ; Öyle bir geçer zaman ki…

     Ben bi hata ettim… Yanlış zamanda yanlış yerde olmak gibi bişiii…Oysa kaçınılmazsa keyf almaya bakacaksın... Şimdilerde insanların birbirine sorduğu o meşhur soru gibi.Fatmagül’ün Suçu  Ne ki ?

     Ben bi hata ettim… Ali-Cengiz oyunlarına hayranlıkla bakıp, Ezeli bi intikamın kurbanı oldum. Ey şanına zeval gelesice ulusal kanal! Bana neler ettiğinin farkında mısın? Hangimizin hayatında öyle kallavi bi Dayı var?

     Ben bi hata ettim…Her sonbahar gelişinde, sarı sarı yaprakların döküldüğü, koca bi çınarın devrilişini izledim. Öylece uzaktan. Şimdi dilsiz, biçare o çınar. Seyredalıp kendi Yaprak Dökümümü unuttum. Kime diyorum ben? Ali Rızaaa!

     Ben bi hata ettim….Fred Perry ve Iphone destekli, yalılarda, son model arabalarda, sevişgenlik dozunun  ve paranın gırla, mutluluğunsa gramla tadıldığı, çakma olduğu Su götürmez o aptal diziye de yan gözle baktım..Şişşşt aramızda! Küçük Sırlar da saklanır, ve hatta saklanmalıdır.

    Ben bi hata ettim…Bu yazıyı hiç yazmamalıydım. Şimdi geyiğin dibine vurmalı, türlü kelime oyunları yapmalı, çekirdek çitleyip sohbet etmeli, mahellenin bıçkın delikanlısı olarak Geniş Ailemle vakit geçirmeliydim…

    Ben bi hata ettim….Hatta ettim ulan. Bile isteye ettim.Belki biraz isyan ettim. Anlamsız bulsam da izlediğim, yerine bi alternatif koyamadığım, ( Ne biliim bi kitap oku, bi belgesel izle di mi ama? Olmadı sınav çalış!) kıçımı yayıp uzun oturmayı kâr saydığım bu düzene isyan ettim. Dövüşesim var... İçimde, arenadan yükselen tezahüratlar : Spartacus! Spartacus! Spartacus… ama bana küsme … (  Buyrun küsebilirsiniz ya da kusabilirsiniz. Takılın kafanıza göre...)

     Sahi yaa geçmiş zaman...Unuttum şimdi...Çocuklaaar!
    How I met your mother?
27 Ekim 2010 Çarşamba | By: Acemi bi bilogcu...

Etibilog

      Sevgilimin feysbukunda bir durum yazısı gördüm bu sabah.İngilizce sözcüğünün etimolojik gelişimini yazmıştı.Bilogır olma yolunda emin adımlarla yürürken,  yazacak konu bulmakta zorlanırım endişesine ilaç gibi geldi bu status şeysi...Niye benim de bi iki küçük katkım olmasındı ki dilbilimine? Olsundu anasını satiim. Gerçi güzelim dilimizi doğrudürüst kullanma konusundaki hassasiyetim burada yerleyeksan ama maksat, eş dost arasında keyifli bi muhabbet ortamı yakalamış da, sohbet ediyo gibi yazmak ya...İşte bu esneklik o yüzden. Siz, TRT spikerleri hiç küfretmez, argoya bulaşmaz, hep haber metni okur gibi mi konuşuyo sanıyosunuz? O yüzden kasmayalım. Biz bize laflıyoz şurda...


     Yosma! ( Yok. Sana diil annem.Oku bi hele.) Anne babaların yeni doğmuş kızlarına neden böyle bi ismi layık gördüklerine anlam veremezdim bi vakitler.Oysa kelime son derece nayif bi anlam içeriyor.'' Şen, güzel, genç kadın.''

    Sütyen... Süt-meme ilişkisi çağrıştırıyor değil mi? Sanki memeden akan sütün giysiye bulaşmasını önlemek için tasarlanmış bi accesoire gibi görünüyor.Aksesuarı özellikle yazdım çünkü köken Fransızca.Sütyen de '' sois - tien '' kelimelerinden oluşmuş. Anlamı mı?Valla hiç öyle sütle memeyle ilgisi yok tuttuğu şey meme olsa da...Aşağıdan tutan.

    Madem, yosma, sütyen gibi erotik çağrışımlı kelimelerden başladık öyle devam edeyim sevgili izlekler.

    Pezevenk ! ( Yok. Sana diil annem.Oku bi hele...) Kelime Fars uyruklu. Orijinali '' Pejavend '' ''Kapı tokmağı'' manasına. Zamanla anlam genişlemesine uğrayıp, kapı arkasında bekleyen, karı kız pazarlayan adamlar için kullanılmaya başlamış.Dış kapının dış mandalına bak sen...

   Kaltak ! ( Yok. Sana diil annem.Oku bi hele...) Güzel Türkçemizdeki gerçek manası '' Alta konulup,üzerine oturulan'' bildiğin minder...Ama aslında ata, eşşeğe vurulan eyer anlamında kullanılmış...Alttan almayı değil ama alta almayı seven milletiz vesselam ; 
( Güreş boşuna milli sporumuz olmamıştır.) durumdan vazife çıkarıp, kaltak kelimesini '' Önüne gelenin altına yatan kadın'' anlamında kullanmayı tercih etmişiz.

   Puşt ! ( Yok. Sana diil annem.Oku bi hele...) Kelime yine Farsça. Arka,kıç yani bildiğin göt anlamına geliyor. Vay puşt vayyy!...Adamlar zıçmışlar dilimize.Şimdi de çok masumane kullanmıyoruz hani.

   Çirkef ! ( Yok. Sana diil annem.Oku bi hele...) Farsça çirk ve ab sözcükleri birleşmiş ve çirkab olmuş.Söylene söylene çirkefe batmış.Yani dönmüş.Çirk pis, ab da malumunuz su oluyor.Pis su yani bildiğin terkos suyu.
 
    Hadi bu kadar kötü kullanıma mahal veren kelimeden sonra daha intellectual bi kelimenin köküne vuralı.. yani inelim...

     Kırtasiye... ( bunu isteyen alabilir) Kelimenin aslında dokunaklı, ağlamaklı azbiraz Yeşilçamsı bi öyküsü var.

    Eski zamanlarda bi köyde askerdeki yavuklusundan gelen mektubu köyün okuma yazma bilirkişisine deşifre ettirdikten sonra;
 '' Gurbanın olam ağam. Alim benden cuvap bekler. Ben deyiversem de sen yazsan.Erimi asgerocağında mektupsuz gomasak.''   diyen Zeynep gelin,
'' Hee olur... Sen kağıdınan galem bul gel, ben yazarın.'' cevabını alınca dumura uğrar.O istedikleri kendisinde namevcuttur. Bi kaç konu komşu gezer, kağıt kalem sorar. Aldığı cevap hep olumsuzdur.Koca köy diicem olmıcak , köyde kimsede kağıt kalem yok mudur? Yoktur işte... Son bi umut, kapısını çaldığı başka bi hane sahibi :
'' O dediklerin bizde yoktur. Ancak Kürt Asiye'de bulursun.'' der. Zeynep gelin bi koşu Kürt Asiye denen kadının kapısında bulur kendini. Halini arz eder. Kürt Asiye bilmiş bi edaynan ;  
'' Hee o dediklerin de, daha fazlası da bende var çok şükür. Bekle iki dakka getirip gelem.''    der ve istediklerini verir Zeynep'e. Kağıdı kalemi kapan Zeynep gelin, sonunda biricik erine göndereceği mektubu yazdırır. O günden sonra kimin kağıda, kaleme, silgiye, kitaba, pergele, cetvele, ataşa, abaküse başısıkışsa, ''Kesin Kürt Asiye 'de vardır.'' deyip onun kapısını çalar olmuştur. Kürt Asiye artık bedavaya vermez hiçbişeyi. Zamanla köşe olur. Kürt Asiye daha bi zengine, adının oluşturduğu söz dizisi de söylene söylene zamanla Kırt Asiye'ye oradan da Kırtasiyeye dönüşür. O gün bugün kağıtla yapılan tüm işlemlere ve bunlarla ilgili mazlemelerin satıldığı tükanlara Kırtasiye denmektedir. Ruhunuz Şaad olsun ;

                                Kürt Asiye

                                     Zeynep Gelin
                                         Ali Çavuş
                             Okuma Yazma Bilirkişi
                                                ve
                      Fakir Köy Halkı( Kürt Asiye Hariç )


                                   s   a  y  g  ı  y  l  a ...

                       

   

   
26 Ekim 2010 Salı | By: Acemi bi bilogcu...

Dingil ! ...

      Yok. Sana diil annem...Oku bi hele:  

      Siz... Hiç, sırf sevgiliniz hoşlanıyor diye blog yazmayı denediz mi? Ben denedim.Çetrefilli iş bu blog yazmak...Hayatı boyunca ''günlük'' tutmamış birinin hergün oturup bişeyler yazması,yazmak zorunda hissetmesi zorluyor...Bir de yazdıklarının birileri tarafından okunup,okunmadığını bilememek var.Bilmem... Bi kasıyo insanı...Acemiliğimi üzerimden atabilmem için zamana ihtiyacım var sanırım.Zamandan başka da elimde olan bolca bişii yok zaten.Zaman zenginiyim ben.


    Hayat, Dianne Dengel ( ki benim kendisine DİNGİL diyesim var.) resimlerindeki gibi geçmiyor çoğumuz için...Yaşlı, yoksul, ama mutlu hayatlar.Ha S...rrr! Resimlerdeki insanların yaşları 70-80.Üst baş perperişan.Kırkyamalı giysileri,badanası dökülmüş evleri,leğende banyo sefaları,ahı gitmiş vahı kalmış pejmürde hallerine rağmen yüzlerinde (sahte) her daim bi tebessüm.Sevgi pıtırcığı tontonlar.Canlarım benim...

    Bu resimlerdekinin aksine yoğun bi mutsuzluk hali içerisindeyim.Sırf bilog seviyor diye yazdığım sevgilimi özledim ben...Manyaklığın katmerlisi işte.Oysa ben burada duygusal devinimlere yer vermeyecek,salya sümük aşk na(ğ)meleri yazmayacaktım...Bunun için ayrı bir blogum var zaten iki blo(k)g ötede...Aha! Blog zenginiyim de ben...''Her nevi blog bulunur.''

    Psikolojim alt üst...Zamane insanıyım işte.Espri,stres,depresyon kavramları her nevi muhitten insanın diline pelesenk olmuş durumda.Milletçe kültürleniyor,kültür mantarı gibi çoğalıyoruz.Sabah işe giderken spordan gelen orta yaşlarda iki kadının konuşmasına kulakmisafiri oldum.''Müsaitseniz kulağım size gelecek.'' demeden hem de...Eskiden bi müsaade alınırdı misafirlikten önce.Şimdi dilediğimize dilediğimiz an müsafir olabiliyoruz.Neyse. Hanım ablalardan bahsediyoduk,dağıtmayalım. '' Bu aralar fazla stresliyim galiba.Düşünmeden konuşuyom kıı.Ama vallaha sırf espiri amaçlı söylediydim ben o lafı.'' misafirliğim bu laftan sonra bittiğinden mütevellit gerisini nakledemiyorum.İstemeden misafiri olduğum yerden, istemeden ayrılmak zorunda kalışıma hiç içerlemedim vallaha billaha bak... Ziira muhabbet boka saracaktı besbelli...

    Demem o ki;  milletçe bi bunalımdır, bi depresyondur, bi sıkıntıdır gidiyor. Mutlu azınlıkları gıptaynan izliyoz hepsi bu. Hal böyle oluncaa, yukarıda gördüğünüz resme bakıp da '' DİNGİL'' dememek zor oluyor hani...(En azından ben için... )Başkası beni bağlamaz kardeşim.Kötü söz sahibine aitse, iyi söz kamunun mu? Yok bööle bişii.Sizi kandırıyolar. Ben diyorum ; hatta bi daha diyorum ve bu söz bana aittir. Lütfen izinsiz kullanmayalım : DİNGİL!
Copyright ©Acemi bi bilogcu.
25 Ekim 2010 Pazartesi | By: Acemi bi bilogcu...

Tezgâh

       Pazartesi, sendromunu da alıp, ağır aksak gitti... Geride haftanın ilk günü olmasının verdiği bir kibirlilikle malsı bir yorgunluk bırakarak.Olum Pazartesi! Seni sevmiyorum bilesin. Pazar senden bi tık daha iyi .En azından uykuya zeval vermiyo.


       Şimdi daha yazının başında bir sigara yakiim diye mutfağa girdim de, tezgah çıfıt çarşısına dönmüş anasını satiim.Yuvarlanıp kapağını bulamamış tencerelerden tut da, '' bardak gibi dizilmek'' deyiminde nizam ve düzeni vurgulayan özneler(okuyucunun zekasını hiçe sayan bi anlayışla anlamayanlar için bardaklar), deyimin aksine gelişigüzel heryerdeler...Sonra çatal,kaşık,tabak,çanak...Çanak dediysem lafın gelişi tabii.Kalabalık gözüksün maksat. Bul-aşık vaziyette birbirlerine sokulmuşlar.Üstlerinde bir disko topu eksik.Kaygan,parlak mermer zemin üzerinde kalabalık, içiçe, renkli bir güruh...Sıcak sudan,soğuk suya girmek istemeyen elim, belki de bu aşıkların pardon bulaşıkların rahatını kaçırmamak adına bir türlü suyla buluşturmak istemiyor kendilerini ;Külliyen yalan. Atarım yok valla...Dursun bakem biraz daha. Yııkarız bi ara.(yıkmayız)


     Ara demişken bi ara tematik kanalların birinde bir grup mürekkep yalamış insan '' yemek tarihi''nden bahsediyordu. Bunlar oturmuşlar , sofra tarihinde ilk olarak bıçağın,sonra kaşığın en sonunda da çatalın kullanılmaya başladığından filan söz ediyorlardı. ''Yemekteyiz'' programında bile bu kadarına rastalayamayan ben, kalakaldım ve izlemeye devam ettim. Adını şimdi hatırlayamadığım ''Yemek Tarihi Uzmanı'' mutlak daha alengirli bir titr sahibidir kendisi ; o engin bilgisiyle anlatıyordu : '' Romalılar kesici bıçağa CULTELLUS diyorlardı.Mutfak için doğrayıcı olan büyük bıçaklar '' CULTER COQUİNARİS'' adıyla anılıyordu.'' Vayy be!! Üstad konuştukça merakım artıyor, hadi çatala gelin artık diye geçiriyordum içimden.Çatal deyince de aklıma tesisatçılar gelir nedense...
   
       Etleri ateşte kızartmak için Romalılarca kullanılan iki uçlu çatalın bugünkü işlevi doğrultusunda kullanılmadığından ''çatal''dan sayılmadığını,( çatalın da çok şeyinde )  bildiğimiz çatalın Avrupa'da ilk olarak XIV. yüzyılda Macaristan Kraliçesinin eşyaları arasında 30 kadar kaşığın yanısıra altından yapılmış tek bir çatal şeklinde ortaya çıktığından bahsediyordu uzman yemek tarihçimiz. Neyse ben de bu gereksiz bilgiler çöplüğüme yeni bilgiler eklediğimi düşünüp kendimi karda hissettim. Kâr da yani...Kime ne faydası olacaksa artık...


    Şimdi bir sigara daha yakmak için mutfağa geçtim de içerdekilerde durum aynı. Bıraktığım gibi bekliyolar.Tam da bu cümlenin sonunda sigara yakmak için ikide bir mutfağa gitmek yerine, paketi ve çakmağı buraya getirmeyi niye akıl edemediğimi düşünenler varsa sivrizekalılık yapmayın derim.Çakmak yansa tamam ulan.Paket zaten yanıbaşımda.Sigarayı ocaktan yakmak için gidioz heralde...Çatalın tarihçesini yalamış, yutmuş ben, bu kadarını akıl edemez miyim sanıyosunuz?


    Sigaram bitti...Yenisini yakmadan evvel şu tezgaha el atayım bir.Tabak, çanak, tencere, kapak...Çatal, kaşık, fincan, bardak ( valla kafiyeli oldu yaw) suyla buluşup, kendine gelsin...Eli yüzü parlasın şuncaazların...

    

    

   

  
24 Ekim 2010 Pazar | By: Acemi bi bilogcu...

Sendrom-u Pazar(Er)tesi

      Hadi bakalım hayırlı uğurlu olsun.Ondan bundan görüp, Google Abi'den sorgulattığın satırlara envai çeşit bloglarda rastladıktan sonra ''lan ben niye yazmıyorum ki? '' deyip, yok hesap al, yok şablon düzenle, blogtemaları pazarlayan sitelerde fink at, o mu olsun bu mu olsun, yok bu olmadı, sil baştan tekrar düzenle...Buton buton oldu gözüm...Sonunda!...(ohhh!...) Rezil bir pazar gününü bu boş işlerle geçir...Okullu olsam, annem içerden şöyle seslenirdi muhtemel : '' Bırak o işleri de ders çalış biraz. Derss!''
   
     Bu cümleyi asla kompitür başındayken duymadım.Bitür zamanlama hatası.Biz erken gelenlerdeniz...Bu cümle, bize ; bilye, çamura çivi saplamaca, çelik çomak oynarken söylendi hep... Hesapsız, kitapsız yıllardı.Şimdi olduğu gibi her vatandaşın sahip olduğu, olmayanlara '' Aaa gerçekten senin yok mu? '' denilen ya da, denir gibi bakılan feysbuk hesaplarının da, devletin beleşe verdiği okul kitaplarının da olmadığı yıllardı...O sebepten, o devrin çocukları bizler; pazar günlerini kompitür başında değil, sokakta it peşinde geçirirdik...İt taşlar, maç yapar, kavga ederdik.Yumurta göt kapısına dayanıncaya kadar da ödev mödev düşünmezdik...Ödevleri asla ''çıktı''kağıdıyla vermezdik...Bizimki de ''çıktı'' olurdu fekat, sancılı ve kapıya dayanmış bir yumurta çıktısı.Ne çıkarsa bahtına cinsinden...


    Bütün günü sokakta geçirip, toz kir içinde eve girdiğimde hava kararmış olurdu.Yapılmayı bekleyen bir yığın ödev, kurumayı bekleyen, oraya buraya serilmiş bir yığın çamaşır...Evde yoğun bir tursil kokusu...( o dönem tüm deterjanlar ''Tursil'' diye anılırdı.) Televizyonda maç özetleri...''Bu karmaşada nasıl yetiştirilir bunca ödev? Yorgunum da...Karnımı doyurup erkenden yatsam....''  İçeriden başka bi içses...'' Haaa...O kadar ödevi baban yapacak sanki...''


    Oflaya poflaya, yarımyamalak yapılan, yetişmeyenler için de '' Sabah erken kalkar, hallederim...'' teselli cümlesi kurulan o ders çalışma seansında, günün bütün yorgunluğu omuzlarıma çökerdi...Şimdiki çocuklar çok şanslı...Herşeyi bilen anne-babaları, dahası bilgisayarları var...Ağ dendiğinde aklına sadece ''balık ağı''gelen bizim nesil çocukların aksine, neredeyse hepsinin ''sosyal ağlar''da takılmışlığı var...Ben yine de özlüyorum bizim zamanları...O günlerden bugünlere değişmeyen tek şey ; pazartesi sendromu...Pazar günlerinin sıkıcılığı...